10 Temmuz 2012 Salı

Yönetenler – yönetilenler

Hangimiz mükemmeliz ki? İnsan olmanın doğasında var olan kusurlarımızın farkında mıyız? Kusurlarımızın olabileceğinin farkında olmamız önemli adımlardan biri kabul edilmeli. Eleştiriye başlarken önce kendimizi sorgulamalıyız.
Her şeyi ben bilirim anlayışı bizi yanıltan ayrıntıların başında geliyor. Okullar bitirmiş olmamız, makam sahibi olmamız, yaşımızın ilerlemiş olması her şeyi bilirim hakkını bize verir mi? Hayat tecrübemizin bulunması hiç yanılmayacağımız anlamına
 mı gelir?
İyi bildiğimizi düşündüğümüz konularda bile karşılıklı görüş alış verişinde bulunmak, yeniliklere açık olmak, aksi fikirlere bile saygı duymak, her şeyin sorgulanabilir olduğu anlayışı ile hareket etmek ve
ortak akıl oluşturmaya çalışmak bize ne kaybettirir?

Gerek maddi bakımdan gerekse makam anlamında biraz yükseklere çıktıklarında; çevrelerini kuş bakışı-tepeden görmeye başlayan insanlar toplum tarafından kabul görüyorlar mı? Ben nereden geldim, ben kimim anlamında sorgulama yapmaktan kaçan insanlar zaman içinde yalnızları yaşamıyorlar mı? Yaşları ilerlediğinde veya eski
konumlarını kaybettiklerinde daha aklı başında düşünmeye başlıyorlar. Ancak geç kalmış oluyorlar. Hayatlarının bu yeni döneminde tablo değişiyor. Daha önce yanlarına kimseyi yaklaştırmamalarının bedelini ödemeye başlıyorlar. Ahde vefa anlamında davet edildikleri toplantılarda bulundukları kalabalığın içinde yalnız kaldıklarına şahit olabiliyoruz.
Güçlü oldukları dönemde “bazıları yönetmek için vardır, diğerleri de yönetilmek için” ifadelerini kullananlar; konuşmalarını Descartes’in “Metot Üzerine Konuşmalar” eseri ile süslemişlerdi. Çoğu konuşmalarını kendilerinin hazırladığı bile şüphelidir. Topluma hitapları sırasında önündeki metni okumakta zorlananlar, dinleyicilerin acıma hissi dolu birer tebessümleriyle karşılaşmışlardı. Kendilerinin de inanmadığı bu konuşmaların, dinleyiciler üzerinde etkisi olmadığının onlar da farkındaydılar. Buna karşılık, bir görevi daha savuşturmuş olmanın huzurunu duymaya çalışmışlardı.
Konuşma metinleri içine zamanın moda şablonları yanında Jean Jacques Rosseau, Kant, Montesquieu’dan alıntılar yapmayı ihmal etmemişler, ancak sözünü ettikleri düşünürlerin kitaplarını ne kadar okudukları konusunda şüphe uyandırmışlardır. Anlaşılması güç Latin kökenli ifadeleri özellikle seçmeye özen gösterdiklerine sıkça şahit olmuşuzdur. Bunu yaparken kendi bilgi seviyelerinin ortaya çıkmasını dikkatlerden kaçırmak ve anlaşılmaz olmak için çaba sarf etmişlerdi.
Konuşmalarında geçen düşünürler veya düşüncelerle ilgili bir soru sorduğunuzda ise lafı dolaştırıp sizi susturmaya yönelik kabalık etmeyi göze aldıkları da olmuştur. Bir taraftan “milletin bağrından çıkmış bir kurumun üyeleri oldukları” vurgusunu yapmaya özen gösterirler, diğer taraftan Anadolu insanının gündelik yaşam içinde yer aldığı pazarları, dolmuşları ve belediye otobüslerini, ibadet yerlerini görmeyeli yıllar geçmiştir. Sosyal bilimciler gibi toplumsal konularda görüş açıklarken sadece kendi yakın çevrelerinin bilgi birikimlerini yeterli bulurlar. Yaşadıkları yakın çevrelerinin birkaç sokak ötesindeki hayat tarzlarını görmezden gelirler. Maddi olarak fakir ancak gönül zengini Anadolu insanların mevcut olabileceğini akıllarına getirmek istemezler. Sıradan insanlarla ilgilenmek onlara banal gelir ve “çarıklı erkânı harp” adını vermekten kaçınmazlar. Seçim zamanı sonuçlar açıklandığında ise kendilerini sorgulamak yerine eleştiri oklarını Anadolu insanına yöneltirler. “Benim oyum, çobanın oyu” anlayışı bu dönemlerde daha çok konuşulur olur. Önlerine gelen sonuçları yorumlamak yerine sadece kızgınlıkla nereye saldıracaklarının hesabını yaparlar. Kendilerinin de üyesi bulunduğu kurum çalışanlarının bir arada yaşadığı bölgelerde alınan seçim sonuçları tablolar halinde önlerine konduğunda “sende mi?” bakışlarıyla suçlu aralar. Ben/biz nerede hata yaptım/yaptık sorgulaması yapılmak gündemlerine gelmez. Bir dönemin güç sembolü kabul edilebilecek makamlarından ayrıldıktan sonra halkın arasına karışmak üzere yola çıktıklarında yalnız kalırlar. Hayıflanarak şöyle konuştuklarına şahit olunmuştur; “eskiden görevdeyken ibadetini yapan yapar, yapmayan yapmazdı. Cuma günü öğlen üzeri isteyen abdest alır namaza gider, gitmeyen gitmezdi. Kimse nereye gidiyorsun demez veya siz neden gelmiyorsunuz sorgulamasını yapmazdı. Zaman içinde Cumaya gidenler sorgulanır oldu. Çoğunluk açıktan namaza gidemez oldu. Gidenler kendilerini baskı altında hissetti. Aynı tepkiler oruç konusunda da yaşandı. Oruç tutanlar yobaz-molla olarak isimlendirildi”.  Yaşanmış süreci özetleyen bu kısa ifadeler insanı düşündürüyor. Olaya bilimsel yaklaşabildik mi, kendimize sormalıyız. Yine benzer ortamlarda anlatılan bir başka olayı özetleyelim; “İki binli yılların ortalarına doğru Kocatepe Camii avlusunda sık sık şehit cenazeleri uğurlanıyor. Cenazeye katılan vatandaşların yoğun duygu seli içinde cenaze namazları kılınıyor. Devlet görevlilerinin büyük bir bölümü kendilerine ayrılmış bölümde cenaze namazını uzaktan izliyor. Üniformalılar dâhil izleyici konumundaki devlet görevlileri cenaze namazı sonrasında imam efendinin duasına katılıyorlar.  Şehit sayısının arttığı günlerde yaşanan bu tablo önce eşit makam sahipleri arasında, sonraları ise farklı seviyelerdeki makam sahipleri arasında fısıltıyla konuşulur hale geliyor. Makam sahipleri, şehidimizin devlet görevi sonucu orada bulunduğunu, cenaze namazını halkın kıldığını, devleti temsilen bulunan kendilerinin ise kenarda ayrılan bölümde seyirci konumuna düştüğünü, cenazenin asıl sahiplerinin seyirci kalmasının halk nazarındaki görünümün rahatsızlık verici olduğu ifadeleri giderek yüksek sesle konuşulur oldu. Yaz mevsiminin başlarında daha seyrek yaşanan bu tablo, şehitlerin arttığı sıcak günlerde vicdanları daha da rahatsız etmeye başlamıştı. Bunaltıcı günlerin yaşandığı bir şehit cenazesinde üniformalı bir makam sahibinin vakit namazı sonrasında, cenaze namazı için toplanmaya başlayan cemaate doğru hamle yapması anlık bir şok etkisi yaratmıştı. Kırmızı şeritlerle ayrılmış özel bölümlerinde cenaze namazını izlemek üzere bulunan devlet görevlileri anlık bir tereddüt geçirmişlerdi. Yaşanan kısa şaşkınlık sonrasında devlet görevlileri musalla taşı üzerindeki şehit naaşı arkasında süratle yerlerini alıp fiilen namaza katılmışlardı. Cami avlusunda hazır bulunan vatandaş durumu memnuniyetle karşılamıştı. Bir ilk yaşanmıştı. Üniformalılar cenaze namazına katılmıştı. Devlet görevlileri ve vatandaşların birlikte kıldıkları namazla şehidimizin kalplerde açtığı yara kısmen de olsa sarılmıştı. Cenazeye katılanlar acının yanında huzuru da hisseder olmuşlardı. Dönüm noktası sayılabilecek o günden sonra üniformalı görevliler cenaze namazlarına katılır oldular. Geçte olsa doğru olanı yapmaya başladık.”  Bu ifadeler ancak aradan zaman geçtikten sonra açıkta konuşulur olmuştu. O günlerde yaşanmış olsa bile, hareketi yapanların kendi aralarında doğrudan konuşulması yerine, sessizce kabul edilen bir centilmenlik anlaşması gibi kabul görmüştü.
Şimdi ikbal günleri sona erenler eskiyi sorguluyorlar. Sorgulamayı yaparken ders çıkarmak gerekmez mi? Ders çıkarmayanlara halkın dersini verdiğini görmüyor muyuz? Gündelik hayatımızda sosyolojik gerçekleri yaşıyoruz. Yaz sıcaklarını yaşandığı bu günlerde sahillerde kapalısı-açığı iki arkadaş yan yana denize giriyor. Anadolu’da insanımız her yerde kol kola aynı manzarayı sergiliyor. Sahillerimizi dolduran yabancılar arasında da benzer manzaralar olabiliyor. Bilindik deniz kıyafetleri arasında elbise benzeri giysileri ile denize giren turistleri çevresindekilerin fark etmediği izlenimi ediniyorsunuz. Dış görünümün ötesinde insani değerlerin öncelikli kabul görmesi belki de sorunların azalmasında anahtar rol oynayacaktır.
“Her şeyi ben bilirim, devlet benim, ben yöneticiyim, ben yönetirim” anlayışı yerine; “milletime hizmet etmeye adayım, milletimin hizmetkârıyım” anlayışı yerleşir mi? Ümit ederek yaşayacağız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder