“Ölüm Yolu” yeni kafilesini ağırlıyordu.
Kore Savaşında Çinliler aldıkları esirleri üç günlük yürüme mesafesindeki kamplara yaya olarak götürüyorlardı.
Durmak, oturmak, duraksamak yasaktı.
Yaralı askerlere bile acınmıyor, merhamet denen insani duygu mumla bile görülemiyordu.
Amerikan kafilesinden bir er yol kenarına yığılmıştı.
Çinli askerler anında başında biterek : Kalk ! diye bağırdılar.
Amerikan askeri yaralıydı ve kımıldayamıyordu.
Arkadaşları yanından geçiyor, lütfedip yüzüne bile bakmıyorlardı.
İlk dipçiği sırtına yedi, ikinciyi başına.
Sonrasında duyulan bir el silah sesiyle kaldı oracıkta.
Türklerden de esir alınanlar vardı.
Omzundan kurşun yemiş Ahmet Onbaşının gücü tükenmiş, dermansız kalmıştı.
Çöktü kaldı oracığa.
Hemen iki Mehmetçik koşuverdi yanına.
-Onbaşım Onbaşım kalk, kurban olayım kalk.
-Benden bu kadar gardaş, bırakın beni.
-Olmaz Onbaşım olmaz, bırakamayız.
Sırtladılar Ahmet Onbaşıyı ve nöbetleşe taşımaya başladılar.
Bu durumu gören Anzak esirler :
-Türkleri görüyor musunuz diye konuştular aralarında. Burada da aynen Çanakkale’de olduğu gibi birlik ve beraberlik içinde kahramanca savaşıyorlar. Allah’a şükür bu sefer aynı taraftayız.
Sıfırın altında dondurucu bir soğukta Ölüm Yolu bitmek bilmiyor, zaman geçtikçe infaz kurşunlarının sesleri daha sık duyuluyor, Türkler haricindeki milletler azala azala ilerliyorlardı.
***
Kampa giriş yapıldığında “Burada rütbe yok, herkes eşit” denilerek dağıtıldı tek tip kıyafetler.
Ertesi sabah Türk Askerini sıraya geçmiş, çakı gibi dimdik komutanlarını bekler halde buldular.
İbrahim Yüzbaşı göründüğünde, Üsteğmen Selim onu kartpostallık bir selamla karşılayarak gür bir sesle :
-Türk Birliği 5 subay, 3 astsubay, 235 erbaş ve erle emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım diye haykırarak verdi tekmilini.
İbrahim Yüzbaşı oradaki en kıdemli Türk Subayıydı.
Diğer ülkelerin askerleri arasında emir komuta kaybolmuş, müthiş bir disiplinsizlik hakim olmuştu.
Çinliler esirleri kendilerine yük olarak görüyorlar ve her türlü kötü muameleyi yapmaktan geri durmuyorlardı.
Mevcuda göre az gelecek yemek vermek te bunlardan biriydi.
Bir İngiliz asker, hasta yatan arkadaşının pirinç lapasını alabilmek için onu sedyesiyle birlikte uçurumdan yuvarlamıştı.
Amerikalılarda ten rengi kaynaklı sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Kimse üstlerini dinlemiyordu.
Mehmetçik fıtratında olan özellikleri, aileden ve dahi asker ocağından aldığı terbiye ile birleştirdiğinden disiplininden asla taviz vermiyordu.
Yemekler paylaşılıyor, düzen asla bozulmuyordu.
Yaralı ve hasta her Türk Askerinin başında iki arkadaşı duruyor, Türk koğuşlarına başka hiç kimsenin girmesine izin verilmiyordu.
Sıhhiye Onbaşı Veli, Türk Birliğinin kanatsız meleği gibiydi.
O yoklukta kendince çareler üretiyor, yaraları temizleyip kumaş parçalarıyla sarıyor, elbiseleri geceleyin kara gömdürüp bitlerden temizletiyordu.
Kamp Komutanının emriyle Türklere yarıdan da azlarına yetecek yemek vermeye başladılar.
Amaçları bir türlü bozulmayan Türk Birliğini bozmak, disiplinsizliğe sevk etmekti.
İbrahim Yüzbaşının emriyle gelen yemekler büyük bir nizam içerisinde önce hasta ve bitkinlere dağıtıldı.
Kimsenin itiraz etmemesi, kargaşa çıkmaması Çinlileri hayrete düşürmüştü. Bunun Yüzbaşının yönetim becerisinden kaynaklandığını düşünüp onu tutuklayarak Mehmetçik’i bozmak istediler.
Ertesi sabah hiçbir gevşeme ibaresi olmadan, Kürşad Teğmeni, Üsteğmen Selim’e tekmil verirken görünce şaşkınlıktan dillerini yutma noktasına geldiler.
Kamp Komutanı, İbrahim Yüzbaşının odasına getirilmesini emretti.
-Yüzbaşı dedi, sizi tutukladık ama askeriniz disiplininden zerre taviz vermedi.
-Komutan… Beni alsanız üsteğmen, onu tevkif etseniz teğmen, onu da tutuklasanız başçavuş, sonrasında çavuş, onbaşı, tertip olarak yüksek er, hiç biri yoksa yaşça büyük olan komutayı alır ve bu düzen böyle devam eder. Bu çocuklar şehit oğlu şehitlerin evlatları. Hepsi buraya gönüllü geldiler. Türk’ün binlerce yıllık askeri intizamını kimse bozamaz.
***
Akşamları esirlere kendi dillerinde komünizm propagandası yapılan dersler veriliyordu.
Ve bu derslerin neticeleri alınmaya da başlanmıştı.
Diğer ülkelerden taraf değiştiren, Çinlilerle işbirliği yapan hatırı sayılır miktarda esir çıkarken bir ülkenin askerleri oralı bile olmuyordu :
TÜRKLER…
Kamp Komutanı, Mehmetçik’e ders veren eski İstanbul Çin Konsolosluğu görevlisini çağırmış, başarısızlığından ötürü yarım saate yakın bağıra bağıra haşlamıştı.
Komutanın yanından çıkan propaganda hocası Türklerin bulunduğu barakaya girdiğinde ilk söz olarak :
-Günlerdir anlatıyorum, biliyorum bu gece anlattıklarım da bir işe yaramayacak ama ben bunları size söylemezsem beni öldürürler diyecekti.
Üsteğmen Selim müstehzi bir gülümseme ile karşıladı onu.
-Türküz biz, elhamdülillah Müslümanız. Siz vazifenizi yapınız. Bizim bildiğimiz bize yeter.
***
Kamp günleri ilerledikçe Çinlilerin Türklere hayranlığı artıyordu.
Kampa getirdikleri Amerikan askerlerinin yarısına yakını ölmüşken, Türkler bir şehit dahi vermemişlerdi.
Onlar için çalışmaya başlayan tonla esir varken, Türklerden bir kişiyi bile kendi saflarına geçirmemişlerdi.
Öyle iddialı güreş müsabakaları yapıyorlardı ki nöbetçiler bile onları izlemekten geri kalamıyorlardı.
Bir gün Çinli bir subay artık kendini tutamadı ve yanındaki arkadaşına :
-Bir Türk Askeri on Çin askerine bedel. Bir Çin askeri ise on Amerikan askerine bedel deyiverdi.
***
Savaşın sonuna gelinmiş, esir değişimleri başlamıştı.
Sayıları yarıya inen Amerikalılardan dönmeyip Çin’de yaşamaya devam etmek isteyenlerin sayısı hiç te az değildi.
Bir Türk Çavuşuna karşı on Çinli esir serbest bırakılıyordu.
Üç yıl boyunca sıfırın altına inen sıcaklıklarda, oldukça ilkel koşullarda, aç susuz kalan, her türlü propagandaya maruz bırakılan Türkler tek şehit dahi vermeden, 244 kişinin tamamıyla geri dönüyorlar, uçaktan inen her askerin yaptığı ilk iş secdeye kapanıp vatan toprağını öpmek oluyordu…
Türk Askeri pusuya düşürülmüş; ama Çin tuzaklarına düşürülememişti…
Şimdi anladınız mı, Türk ve Türk Askeriyle niçin bu kadar uğraştıklarını?..
***
"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.iPhone’umdan gönderildi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder