Erkek olsun kadın olsun siyâset güdecektir, eşler birbirlerini denetleyecektir. Hangi siyâsetle muamele ederse hanım daha çok hoşnut olacak daha güzel, daha âhenkli bir geçimleri olacak? Bunu denetlemek zorundadır. Kadın da aynı şekilde hangi siyâseti gösterirse, hangi siyâseti takip ederse, o yuvada mutlu olacaktır. Bu bir davranış biçimidir.
Bizim anladığımız siyâset, insanları idâre etme san’atıdır. Eğer bir kadın kocasını idâre edemiyorsa, onu kendine bend edemiyorsa durumunu gözden geçirmelidir. Yalnız burada yanlış anlaşılmasın sakın kendine bağlamak, ülfet muhabbet etmek derken anayı, babayı diğer akrabayı
taalûkatı bir kenara bırakmak söz konusu değildir. Sâdece burada karı-koca haklarından söz ettiğimiz için bu şekilde bahsediyoruz.
taalûkatı bir kenara bırakmak söz konusu değildir. Sâdece burada karı-koca haklarından söz ettiğimiz için bu şekilde bahsediyoruz.
Erkek de aynı şekilde siyâset takip edecek, bunu belirlemek durumundadır. Hangi hususlarda eşinin gönlü daha çok memnun olacaktır, gönlünü alabilecektir, yuvada mutluluğu hangi hususlarda daha iyi yerleştirebilecek, daha mükemmele doğru götürebilecektir? Evlâtların bu mükemmel yuvada son derece müstesna bir şekilde yetişmesi için nasıl davranmalıdır? Bunları tesbit etmek durumundadır.
Siyâset önce âile içinde başlayacaktır, dalga dalga karı-koca arasında âile içerisinde genişleyecek ve topluma yayılacak. Fakat bugün yapılan siyâset değildir. Çirkin politikadır. Hoş olmayan şeyler vardır.
Burada bir husus daha dikkatimizi çekiyor, güzel geçineyim derken hanımın gönlünü hoş edeyim derken, hanımın nazarında kendi izzet-i nefsini ve vakarını düşürmemek durumundadır. Kadını rencide etmeyecek ama kendini de müzmahil etmemek durumundadır. Maalesef insanın nefsi kötü şeyleri emretmektedir.
Eskiden müşrik araplar kızlarını evlendirecekleri zaman kızlarına tavsiye ederlermiş; “Kızım evlendiğin zaman eşine şöyle bir muamelede bulun, önce kulağını çek, ondan sonra ayağına bas. Sonra sırtına bin, ondan sonra da istediğin gibi muamelede bulun!” Erkeğin bu duruma gelmesi, kendini perişan etmesi, yuvada da hâkimiyeti kaybetmesi demektir.
Aynı şekilde kadın da kocasına itaatle, hürmetle ve saygıyla yükümlüdür. Ama kadının da izzet-i nefsi olduğuna göre, erkek de onun izzet-i nefsiyle oynamamak durumundadır. Mutlak sûrette o vasat bulunmalı, o denge sağlanmalı ve âhenkli bir şekilde yürütülmelidir.
Eğer bir kadın kocasının, kocası da karısının her hangi bir huyundan hoşlanmazsa, bir başka hasleti mutlaka vardır. Bir insan tamâmiyle kötü diye, hoşlanılmayacak diye bir dâvâ yoktur. O hoşlanmadığı şeye göz yumar, hoşlandığı şeyleri gündemde tutabilir. Her ikisi için de geçerli olan şey budur.
Yine Nisâ Sûresi 36. âyete bakıyoruz: “Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınında bulunan arkadaşa (zevceye), yolcuya ve ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin!”
Müfessirlerimiz arasında, “yakın arkadaş” ifâdesinden kastın “kişinin eşi” olduğu görüşü hâkimdir. Bu âyetin tefsiri ”Eşinize iyilik edin!” tarzında gelmektedir.
Arz ve Arş adâlet üzere kâimdir. Kat’iyyen adâletten ayrılmamak gerekiyor; sâdece erkek için değil, hem kadın için hem erkek için. Eğer bir yuvada adâlet hâkim ise, görevler âdil bir şekilde tevdi edilmişse mes’ele yoktur. Eğer edilmemişse, o zaman vazîfeler de karman-çorman olacaktır ve hiç kimse hakkıyla vazîfesini îfâ edemeyecektir. Hâlbuki mutlu yuvadan neş’et eden evvela adâlettir. Adâleti gözeterek, evlâtların da aynı şekilde yetişmesini temine çalışmaktır. Bakara Süresi 228.âyet-i kerîmesine bakıyoruz.
“Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkeler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerinde (ki hakları) bir derece daha fazladır. Allah (c.c) Azîzdir, Hakîmdir.”
Kadının hiçbir mâli sorumluluğu yoktur. Bütün yük ve yükümlülük (eğitim öğretim konusu dahi) erkeğin üzerinedir. Dolayısıyla kadınlar üzerindeki hakları bir derece daha fazladır.
Mîras hukukuna, ferâiz ilmine girmek istemiyorum. Burada sâdece bir cümle: Kadınlar bir pay alırken, erkekler iki pay alıyor. Bunun nedeni bütün yükümlülüğün erkelerde olmasıdır. Ana-babaya, dedeye, nineye bakmakla yükümlü olan erkektir. Kendisi lüks evlerde oturup, ana-babasını bodrum katlarında oturtamaz. Dolayısıyla, hem eşine bakmak hüsn-ü muâmelede bulunmak, hem de ana-babayı görüp gözetmek durumundadır.
Evlâtları da dikkatle, Allâh’ın emâneti olduğu bilinciyle yetiştirmek durumundadır. Meselâ kötü alışkanlıkları ve huyları olabilir, her ikisinde de olabilir, herhangi bir şekilde edinilmiş olabilir. Bunların bir an evvel giderilmesine, bertaraf edilmesine çalışılır. Kadın da eşi için bu gayreti sarf eder. Erkek de hanımı için bu gayret içinde olmalıdır.
Kat’iyyen yasaklanmıştır ki, bir erkek, karısının aleyhinde annesi de dâhil olmak üzere hiç kimseye şikâyette bulunamaz, bulunduğu an en büyük vebâle girmiş olur. Tabi bu sâdece erkeğe münhasır değildir. Kadınlar biraz hassas ve titizdir bu konularda. Böyle hemen, çabucak anlatıverdikleri için erkekleri öne alıyoruz. Kadınlar için de aynı şey söz konusudur.
Karı-koca unuturlar geçerler, çok çabuk vazgeçerler; kin diye bir şey kalmaz. Ama söyledikleri, şikâyet ettikleri şahıslar, anneler, babalar duydukları nahoş şeylerden etkilenmekte, dâmâdına veya gelinine karşı kin beslemektedir. Kırgınlıklara, üzücü şeylere neden olmaktadır. Öyle sonuçlara varır ki, iş ayrılığa kadar gider. Allah korusun. Zâten her ilişkinin mahremiyeti olduğu gibi, evlilik ilişkisinde de mahremiyeti önemli.
Mutlaka, bilhassa evlilikteki bu mahremiyeti muhafaza etmek durumundadır eşler. Ne olursa olsun, kadın nâşize dahi olsa, serkeş dahi olsa, buna dikkat etmemiz gerekiyor.
Yine bu mevzûda da (s.a.v) Efendimiz’in hayât-ı saadetlerine bakalım. (s.a.v) Efendimiz Allâh’ın enbiyâsı, Habîb-i Edîbi, vazîfesi, yükü o kadar ağır ki… Ashabdan birisi anlatıyor: “Bir gün Mescid-i Saâdet’te (s.a.v) Efendimiz bana yaslandı. O kadar ağırlık bindi ki, Uhud Dağı üzerime çöktü zannettim. Vahiy geldi o anda. Öyle büyük ağırlık içinde kan terlere batmıştı ki…”
İnsanları inzar etmek, müjdelemek Allâh’ın emirlerini onlara tebliğ etmek, eğitmek hepsi (s.a.v) Efendimiz’in üzerinde. Gerektiğinde büyük bir kumandan, gerektiğinde muallim, gerektiğinde şefkatli bir baba ve son derece şefkatli ve muhabbetli bir eş, merhametli bir eş.
Siyere baktığımızda görüyoruz, zaman zaman eşleri arasında bazı hâdiseler oluyordu. Onlar da insan… Bizim gibi değiller tabii. Bizimle onları kıyaslamak son derece yanlış olur. Burada sâdece (s.a.v) Efendimiz’in hayâtından tablolar sunmaya çalışıyoruz. Örnek olsun, kıyas yapılmasın. Biz ne (s.a.v) Efendimiz’in zevceleri, ne sahâbiye hanımları, ensar hanımları ne evliyâullahın zevceleri gibi filân değiliz. Biz kendi durumumuzu kendi içimizde mütâlaa etmek durumundayız.
(s.a.v) Efendimiz onları kırmak, incitmek, üzmek şöyle dursun her hususta yardımcı idi zevcelerine. Âişe-i Sıddîka (r.anha) validemize buyuruyorlar (s.a.v). Efendimiz: “Ey Âişe ben senin bana kızgın olduğunu, öfkeli olduğunu biliyorum”
“Ey Allâh’ın Resûlü, nasıl biliyorsunuz?” “Konuşmandan anlıyorum. Eğer bana öfkeli isen ‘İbrahim’in Rabbine and olsun’ diye başlıyorsun konuşmaya. Eğer bana öfkeli değilsen, kızgın değilsen ‘Muhammed’in Rabbine and olsun ki,’ diye başlıyorsun.”
Böyle ifâde ediyor, onlarla şakalaşıyordu, hanımların yapısını da çok iyi tahlil ediyordu, çok iyi biliyordu. Zevcelerinin hepsinin durumuna göre muamele ediyordu. Birini diğerinden ayırmıyordu, adâleti gözetiyordu.
Değişik eğitim ve geçim sistemi ihdas etmek durumundadır. Çocuklarda olduğu gibi, hanımlar hakkında da aynı şey söz konusudur. Nasıl anlıyorsa, nasıl şefkatle, muhabbetle muamele edilecekse öyle hareket etmelidir. Zaman zaman darıldığı, karıldığı olurdu (s.a.v) Efendimiz’in. Siyerde geçiyor; hanımlarından bir tanesiyle akşama kadar kırgın kaldığı olurdu. Fakat onlara son derece yumuşak davranır, tatlı muamele ile azarlamadan, kırgınlığını ihsas ederdi ve böyle şeyler gelir geçerdi.
Meselâ yine Hz. Ömer (r.a) zamanında… Ömer-i âdil, şecaatli Ömer… Kadınlar korkarlardı Hz. Ömer’den biliyorsunuz. (s.a.v)’in yanında çeneleri çözülür ama, Hz. Ömer’in (r.a) geldiğini gördükleri duydukları an, kaçışırlardı perdelerin arkasına.
Hilâfeti zamanında bir adam geldi kapıya, karısından şikâyet edecek. Nâşize bir hanımı var, çok hırpalıyor. İleri geri söyleniyor: “Canımdan bezdirdi olmayacak bu, Emîrül-mü’minîne gideyim durumumu arz edeyim!” dedi.
Adamcağız kalktı geldi ama Hz. Ömer (r.a)’ın kapısında bir kıyamettir gidiyor, adam kapıda kaldı. Hz. Ömer (r.a)’ın hanımı biraz çetin cevizdi. Yüksek sesle söyleniyor, konuşuyordu. (Ama yine bizimle kıyas edilmesin; onlar nerede, biz neredeyiz?) Adamcağız kapıda dikildi kaldı, dinledi, dinledi. Ondan sonra döndü giderken Hz. Ömer (r.a) orada, hiç ne cevap veriyor, ne karşılık veriyor, ne de öyle böyle diye bir ağız dalaşına girmiyor. Zîrâ iki taraftan biri sükût ederse, iblis hiç bir şey yapamaz. Eğer ikisi karşılıklı başladılar mı tartışmaya iblis aralarına girer ve kızıştırır olayı.
“Ey falan! Nereye gidiyorsun? Her halde bir şey için geldin ama arz etmeden gidiyorsun?” Adamcağız: “Ey Emîrel-mü’minîn, sana hâlimi arz etmeye gelmiştim ama görüyorum ki, sen de benden farklı değilsin. Söylemeye gerek kalmadı” dedi. Çıktı gitti… Bu kadar sabırlı idi onlar.
ŞAHVER ÇELİKOĞLU
www.kırmızılar.com sitesinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder