Cumhuriyet'in kuruluşu, hepimizin bildiği kahramanlıklarla dolu, destansı bir hikayedir. Savaşlardan yorgun düşmüş bir milletin, Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde küllerinden yeniden doğuşunu anlatır. Ancak bu büyük anlatının perde arkasında, genellikle gözden kaçan, şaşırtıcı ve ezber bozan detaylar yatar. Bu detaylar, bildiğimizi sandığımız tarihi bambaşka bir perspektiften görmemizi sağlar. Bu yazıda, tarihçi Profesör Doktor Hasip Saygılı'nın analizleri ışığında, Cumhuriyet'e giden yolun az bilinen gerçeklerini keşfedecek ve bu zorlu yolculuğun daha derin bir resmini ortaya koyacağız.
1. Osmanlı Bir Günde Çökmedi: 100 Yıllık Bir Krizin Asıl Sebebi
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü, genellikle son birkaç yıla sıkıştırılan ani bir olay gibi anlatılır. Oysa gerçekte bu, 1798'de Napolyon'un Mısır'ı işgaliyle başlayan yaklaşık 100 yıllık sancılı bir sürecin sonucuydu. Prof. Saygılı'ya göre, meselenin kökeninde askeri yenilgilerden çok daha derin bir sorun yatıyordu: devletin her kademesinde, ordudan mülki idareye kadar günün ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte ve sayıda yetişmiş kadro eksikliği.
Bu yetersizlik o kadar derindi ki, devlet kendi iç sorunlarını dahi dış yardım olmadan çözemez hale gelmişti. Kendi valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyan edip ordusunu Kütahya'da mağlup ettiğinde, Osmanlı yönetimi onu durdurabilmek için Rusya ve İngiltere'nin desteğine muhtaç kalmıştı. İşte 19. yüzyıl boyunca yapılan reformlar, bir Batı hayranlığının veya keyfi bir tercihin ürünü değildi. Bunlar, Prof. Saygılı'nın deyimiyle, artık hareket edemez hale gelmiş "devlet gemisini yüzdürebilmek" için ortaya konan zorunlu ve çaresiz adımlardı. Geleneksel kurumlar yetersiz kalıyordu ve modern okullar, yeni bir yargı sistemi ve standartlaşmış bir idari yapı kurmak bir lüks değil, hayati bir gereklilikti. Bu perspektif, Osmanlı'nın son yüzyılını basit bir başarısızlık hikayesi olmaktan çıkarıp, sistemik yetersizliklere karşı verilen uzun soluklu bir varoluş mücadelesine dönüştürür.
2. Modernleşmenin Ağır Bedeli: Hafızadan Silinen Kültür
Devleti ayakta tutmak için atılan 19. yüzyıl reform adımları, beraberinde ağır ve beklenmedik kültürel bedeller getirdi. II. Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırması, sadece bir askeri reform değil, aynı zamanda geniş çaplı bir kültürel tasfiyeydi. Yeniçeri kışlaları ve kahvehaneleri yıkıldı, hatta mezar taşları bile imha edildi. Bu kültürel purjin(*arındırma) en çarpıcı sonuçları iki alanda görüldü.
İlk olarak, Mehteran bölükleri lağvedildi. Mehter müziği, yazılı bir notasyondan ziyade usta çırak usulü ile nesilden nesile aktarılan sözlü bir gelenekti. Bu kurum ortadan kaldırılınca, yüzyılların birikimi olan tüm repertuvar da onunla birlikte yok oldu. Prof. Saygılı, bu kaybın büyüklüğünü şu sarsıcı benzetmeyle anlatır:
"Mehder kaldırılınca yasaklanınca bir nesil sonra Mehder'in bütün repertuarı şey oldu Unutuldu Hafızadan silindi Yani bilgisayarınız çöktü."
İkinci olarak, yeniçerilerin manevi ve sosyal merkezi olan Bektaşi tekkeleri kapatıldı. Bu tekkeler sadece dini merkezler değil, aynı zamanda hem askerler hem de Sünni olmayan geniş bir nüfus için birer "kültür kulübü" ve sosyalleşme alanıydı. Bu kültürel kanalların aniden kapatılması, etkileri on yıllar sonra ortaya çıkacak derin toplumsal sorunların tohumlarını ekti. Bu örnekler, zorunlu görülen devlet dönüşümlerinin bile ne kadar derin ve çoğu zaman gözden kaçan kültürel maliyetleri olabileceğini göstermektedir.
3. "Şark Meselesi"nin Çirkin Yüzü: Irkçı Bir Yok Etme Projesi
Tarih kitaplarında karmaşık tanımlarla anlatılan "Şark Meselesi" (Doğu Sorunu), Prof. Saygılı'nın ifadesiyle aslında iki aşamalı basit ve acımasız bir Batı projesiydi: Birinci aşama, Türkleri Avrupa'dan tamamen silmekti ki bu, Balkan Savaşları ile büyük ölçüde başarıldı. İkinci aşama ise Türkleri Anadolu'da dar bir alana sıkıştırıp siyasi varlıklarına tamamen son vermekti.
Bu projenin arkasındaki ırkçı zihniyeti anlamak, Kurtuluş Savaşı'nın neden bir ölüm kalım mücadelesi olduğunu kavramak için kritik öneme sahiptir. Prof. Saygılı, bu zihniyetin köklerinin ne kadar eskiye dayandığını ve tepkisel olmadığını vurgular: bu söylemler ortaya atıldığında, "daha Ermeni tehciri yok, Ermeni isyanlarını bastırmak yok, İttihatçılar daha doğmadı, Kemal Atatürk ana rahmine daha düşmedi." 1876 tarihli bir İngiliz dergisinde yer alan şu satırlar, bu temelden gelen nefretin kan donduran bir kanıtıdır:
"Türkler diyor... vahşi hayvanların reenkarnasyonudur. Bunlar insan suretindedir ama insan değildir."
Bu bakış açısının en agresif siyasi ifadesi ise eski İngiltere Başbakanı William Gladstone'dan geldi.. Gladstone, orijinal metninde Türkçe kelimeler de kullanarak şunları yazmıştı:
"Türkler kirlettikleri bu topraklardan Avrupa topraklarından pılılarını pırtılarını... yüz başılarını bin başılarını kaymakamlarını paşalarını müdürlerini de alarak def olup gitmelidirler."
Bu ifadeler, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı'nın basit bir toprak savunması değil, topyekûn bir yok edilme planına karşı verilmiş varoluşsal bir direniş olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.
4. Çanakkale'nin Asıl Zaferi: Yıkılan Bir Algı ve Değişen Kader
Çanakkale Zaferi'nin gerçek önemi, savaş meydanında kazanılan askeri başarının çok ötesine uzanır.
Zaferin ilk ve en önemli etkisi psikolojikti. Felaketle sonuçlanan Balkan Savaşları'nın ardından hem Batılılar hem de ülkedeki pek çok kişi, "Türkler artık bitti" algısına kapılmış, milletin savaşma iradesini kaybettiğine inanmıştı. Bu algı o kadar yaygındı ki, I. Dünya Savaşı başlarken Osmanlı'nın gelecekteki müttefiki Almanya'nın Genelkurmayı bile, "Türkler bize yük olur" diyerek ittifaka girmelerine son ana kadar tereddütle yaklaşmıştı. Çanakkale, tek başına bu algıyı paramparça etti ve milletin kendine olan güvenini yeniden tazeledi.
Ancak en kritik stratejik sonucu, İtilaf Devletleri'nin Rusya'ya ulaşmasını engelleyerek 1917'de Çarlık Rusyası'nın çöküşüne doğrudan katkıda bulunmasıydı. Prof. Saygılı, bu gelişmeyi Türkiye için "Allah'ın bir lütfu" olarak tanımlar. Türkiye'nin yüzyıllardır en büyük tehdit olarak gördüğü kuzeydeki düşmanının ortadan kalkması, Milli Mücadele'yi organize etmek ve zafere ulaştırmak için gereken o kritik "nefes alma" alanını sağlamıştır.
5. Atatürk'ün Gizli Görevi: Direnişi Başlatmak Değil, Bitirmek
Mustafa Kemal Atatürk'ün Mayıs 1919'da Anadolu'ya gönderilmesiyle ilgili en şaşırtıcı gerçeklerden biri, görevinin bilinenin tam tersi olmasıdır.
Mondros Mütarekesi'nin hemen ardından, Anadolu'nun dört bir yanında "İttihatçı girişimi" olarak tanımlanan bir milli direniş hareketi fiilen başlamıştı. Bu dağınık "çoban ateşleri", İngilizleri ciddi şekilde endişelendiriyordu. Bu nedenle işgal güçleri, Sultan Vahdettin hükümetine bu hareketlerin bastırılması için baskı yapmaya başladı. Sultan'ın stratejisi ise, diğer mağlup imparatorlukların (Alman, Avusturya, Bulgar) hükümdarları gibi tahtını kaybetmemek için İngilizleri ne pahasına olursa olsun kızdırmamaktı. Onun için "vatanı kurtarmak", İngilizlerin taleplerini yerine getirmek anlamına geliyordu.
İşte Mustafa Kemal'in resmi görevi tam olarak buydu. Kendisine verilen talimatnamede açıkça belirtildiği üzere, Anadolu'ya gidip filizlenmeye başlayan bu direniş kongrelerini ve teşkilatlarını dağıtmakla görevlendirilmişti. Atatürk'ün dehası da burada ortaya çıktı: Kendisine verilen bu görevi ve onun sağladığı olağanüstü resmi yetkileri kabul etti ve bu yetkileri, ezmesi için gönderildiği hareketin tam tersine başına geçip birleştirmek için kullandı. O, sadece bir emre itaatsizlik etmiyor, bir teslimiyet stratejisini kökten reddediyordu.
6. Vefasızlık ve Unutulan Fedakarlıklar: Cumhuriyet'in Yürek Yakan Hikayeleri
Cumhuriyet'e giden yol, sadece zaferlerle değil, aynı zamanda unutulmuş fedakarlıklar ve kahramanlarına karşı gösterilen vefasızlıklarla da doludur. Prof. Saygılı, bu durumu "ahde vefa" eksikliği olarak tanımlar ve yürek yakan örnekler sunar:
* Hindistan Müslümanlarının Yardımı: Milli Mücadele'ye destek olmak için inanılmaz fedakarlıklar yaptılar. Bu yardımların boyutu o kadar büyüktü ki, bazı insanların "köle pazarlarında çocuklarını satıp Türkiye'ye yardım gönderdikleri" kayıtlara geçmiştir.
* Merzuka Hanım'ın Adsız Kahramanlığı: Maraş direnişinin önde gelen isimlerinden Merzuka Hanım, Fransız işgalcileriyle göğüs göğüse çarpışan bir savaşçıydı. Mustafa Kemal dahi onun kahramanlığını tüm ülkeye örnek göstermiş, ancak resmi yazışmalarda kendi adıyla değil, "Bitlis defterdarının haremi" (eşi) olarak anılmıştır. Kahramanın adı yoktu.
* Kara Fatma'nın Acı Sonu: Milli Mücadele'de kendi müfrezesine komutanlık eden, üstteğmen rütbeli bu kahraman kadın, yaşlılığında trajik bir şekilde "dilenciliğe düçar oldu". Prof. Saygılı'nın ifadesiyle, "Bu ar hepimize yeter. Bütün Türklere yeter."
* Seyit Onbaşı'nın Sessiz Vedası: Çanakkale'nin dev kahramanı Seyit Onbaşı, savaş sonrası hayatını yoksulluk ve hastalık içinde hamallık yaparak geçirdi ve öylece vefat etti. Kahramanlığı ancak ölümünden on yıllar sonra ticari bir değer olarak hatırlandı.
Bu hikayeler, millet olarak kahramanlarımızı hatırlama ve onlara hak ettikleri değeri yaşarken verme konusunda ne kadar eksik kaldığımızın acı bir kanıtıdır.
Sonuç: Hatırlamanın Sorumluluğu
Görüldüğü gibi, Cumhuriyet'e uzanan yol, ders kitaplarında anlatılan düz ve pürüzsüz versiyonundan çok daha karmaşık, sancılı ve nüanslarla doludur. Bu gizli kalmış hikayeleri, unutulmuş fedakarlıkları ve acı dolu gerçekleri anlamak, yalnızca akademik bir merak değildir. Bu, bugünü ve geleceği doğru inşa etmenin temel şartıdır. Peki, tarihin bu karmaşık ve çoğu zaman acı dolu katmanlarını bilmek, Cumhuriyeti'nin ikinci yüzyılında bize ne gibi sorumluluklar yüklüyor?

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder