ODED YİNON'UN “İSRAİL İÇİN BİR STRATEJİ RAPORU”NUN DEĞERLENDİRİLMESİ
Öz
1980’li yılların başında dünya dengeleri yeniden kurulurken, İsrail Devletinin stratejisini açıklayan raporlar da yayınlanmıştır.
Oded Yinon raporu da bunlardan sadece
bir tanesidir.
Günümüzde yaşanan çatışmaları anlayabilmek için bu raporların önemi
büyüktür.
Bu nedenle sorun analiz edilirken, tarihi süreç ve küresel aktörlerle birlikte düşünülmelidir. İsrail düşmanlığını ön plana
çıkaran Orta Doğu ülkelerinin otoriter rejimleri, hiçbir strateji üretmezken, İsrailli ve batılı birçok düşünür, bölgenin geleceği üzerine
strateji üretmiş, bir kısmını da dünya kamuoyu ile paylaşmışlardır. Makalemizin konusu olan, Oded Yinon’un yazdığı “1980’lerde İsrail
için bir strateji” raporu; İsrail’in Orta Doğu ülkelerini bölme stratejinin en açık ve ayrıntılı anlatımıdır. Ortadoğu ülkelerinde yaşayan Kürt, Şii,
Sünni grupların birbirleriyle nasıl savaştırılması gerektiğini anlatan bir rapordur. Raporun önemi, günümüzde yaşanan olaylara etkisinin yanında,
önerdiği stratejinin acımasızlığında da gizlidir.
GİRİŞ
Birçok faktöre bağlı olarak gelişen ulusal ve uluslararası sorunları tek bir nedene bağlayıp, o nedeni
ortadan kaldırarak sorunları çözeceğimize inanmak, sorunu daha da çözümsüz hale getirebilir. SSCB’nin
dağılmasından sonra Orta Asya ve Kafkasya’da yaşanan renkli devrimler ve daha sonra Arap ülkelerinde
yaşanan “Arap Baharı”, Arap halkının değişim talepleri ile Batılı ülkelerin Ortadoğu’nun haritalarını
değiştirme planlarının aynı zamana denk gelmesini tesadüf olarak açıklamanın ne derece isabetli bir analiz
olduğunu günümüzde yaşanan olaylar göstermektedir. Amaç ulusal veya bölgesel politikayı anlayabilmek
ise, dünyanın bütün değişkenlerini dikkate almak gerekir. Çünkü dünya, karşılıklı bağımlılık içinde her
ülkenin birbirini etkilediği ve etkilendiği ilişkiler ağından oluşmaktadır. Geleceğin muhtemel olaylarını
öngörebilecek bilgiye sahip olmak için de tarihi süreci çok iyi bilmek gerekir. Günümüzü anlamak geçmiş
zamanları bilmekle mümkün olur. Bu nedenle günümüz olaylarını sağlıklı analiz edebilmek için, güç
dengelerini, geçmişi ve günümüzü çok iyi bilmek gerekir. Bunları bilmeden yapılan analizlerin yanıltıcı
olma olasılığı çok yüksektir.
Soğuk savaşın sona ermesi ve ABD’nin Irak’ı işgali ile başlayan Orta Doğuyu şekillendirme süreci,
2011 Ocak ayında ekonomik krizi protesto eden bir kişinin Tunus'ta kendini yakma girişimiyle başlayan,
insanların aniden sokaklara dökülmesi şeklinde kendini gösteren ve bilgisayar ortamında sosyal paylaşım
ağlarıyla genişleyen isyanın sadece Tunus ile sınırlı kalmayıp, Arap ülkeleri içerisinde önemli bir konuma
sahip olan Suriye, Mısır ve Libya’ya yayılması, Suriye ve Libya’da yıllarca sürecek bir iç savaşa dönüşmesine
ve bölgenin istikrarsızlaşmasına neden oluyordu. Olayların başlamasıyla birlikte, ABD Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton, barışçı protestoculara ve sivil toplum kuruluşlarının demokratik haklarını kullanmasına izin
verilmesini, siyasal ve ekonomik reformlar için derhal harekete geçilmesini vurguluyordu. Barack
Obama’da, düzenlenen barışçıl protestoculara karşı, şiddet kullanmaktan kaçınılması çağrısında bulunuyordu. ABD’nin geçmişten farklı olarak diktatörlerden yana tavır koymama nedeni olarak, ayaklanan
ülke halklarının yaşam kalitelerini yükseltmek, daha fazla demokrasi ve daha fazla insan hakları olmadığını,
yüzbinlerce sivil masum insanın ölmesinden ve ülkelerini terk etmelerinden sonra anlayabiliyoruz. İsrail
Devletinin kurulduğu 1948 yılından günümüze kadar bölgede yaşanan çatışmalarda milyonlarca
Müslümanın ölmesi, sakat kalması, yaralanması ve ülkesini terk etmek zorunda kalmasına karşın, sadece
İsrail’in bu süreçte daha da güçlenmesini tesadüf olarak açıklayamayız.
Süleyman Demirel 12.08.1990 günü Körfez sorunu ile ilgili olarak TBMM’nin kapalı oturumunda
yaptığı konuşmada: “…. Bush’a sorarsanız, demokrasiden insan haklarından, şundan bundan evvel gelir our
national interest diyecektir. Kuveyt olayında izah etmeye çalıştık ki, Kavga petrol kavgası, dünya petrolünün yüzde
66’sı orada. Bir şey daha var. İsrail’den hiç ses çıkıyor mu? Çıkmaz.”
Demirel’in de vurguladığı gibi İsrail sahneye çıkmadan, açıklamak istediği görüşlerini Oded Yinon
ve benzerlerinin raporu üzerinden açıklamamayı tercih etmektedir. Theodore Herzl’in, 1897 yılında
topladığı Dünya Siyonist Kongresinden günümüze kadar, İsrail devletinin sınırları, Siyonizm’in nihai
coğrafyası ve hedefleri çok tartışılmasına rağmen hala gizemini korumaktadır.
SİYONİZM
Siyonizmi, Musevilerin Siyon dedikleri Kudüs’e dönerek, Süleyman tapınağını yeniden inşa edip,
Eski Ahit’in ana prensibini yerine getirme düşüncesi olarak ifade edilir (Sand, 2011, 171). En kısa tanımı ise
İsrail milliyetçiliğidir. Siyon kelimesi yaklaşık 2.500 yıldır Kudüs anlamında kullanılmasına rağmen, siyasal
bir hareket olarak 19. Yüzyılda ortaya çıkmıştır (Oğan, 1997, 8). Siyasal bilimler literatürüne 1893 yılında Rus
Yahudisi Nathan Birnbaum’un yayınladığı “Kendi Kendine Kurtuluş” adlı derginin 1 Nisan 1890 tarihli
sayısında yazdığı “Die Nationale Wiedergeburt der Juedischen Volkes in seinem Lande als Mittel zur
Loesung der Judenfrage” (Yahudi Sorunu’nun Çözümüne Yönelik Olarak, Yahudi Halkının, Anavatanında
Yeniden Doğuşu) isimli broşür ile girmiştir. Bu broşürde Siyonizmi, Yahudileri Filistin’e yerleştirme amacını
güden ve üyelerini Yahudilerin oluşturduğu bir siyasal parti örgütünün kurulması olarak belirtmiştir (Öke,
2002, 23). Birnbaum, Siyonizmin siyasi bir hareket haline gelmesinde çok önemli bir rolü olan Herzl ile bir
süre birlikte çalışmıştır.
Viyanalı bir gazeteci olan Theodore Herzl, Siyonist hareketin siyasi bir örgütlenmeye gitmesine,
uluslararası alana taşınmasına ve Yahudilerin bir devlet kurma düşüncesinin oluşmasına öncülük etmiştir.
1896 yılında yayınladığı “Der Judenstaat” (Yahudi Devleti) adlı kitabında: Yahudi sorununun, Yahudileri,
ülkelerinin bütünlüğünü bozan zararlı bir grup olarak gören antisemitizmin bir sonucu olduğunu ifade
etmiştir. Herz, Yahudilerin birlikte yaşadığı bütün milletlerin ya gizliden gizliye ya da açıktan açığa
antisemitist (Shahak, 2004, 127) olduğunu iddia ederek; “Biz bir devlet, hem de örnek bir devlet kuracak kadar
güçlüyüz. Bu amaç için gerekli beşeri ve maddi malzemeye sahibiz. Bir ülkenin tüm haklı ihtiyaçlarını tatmin edecek
büyüklükte dünya üzerinde bir yerde bize egemenlik verin, gerisini kendimiz tamamlarız” (Yılmaz, 2009, 34) diye
ifade ediyordu. Ancak, kurulacak devletin yerini ve sınırlarını belirtmiyordu. Yahudi sorununun Yahudi
Devletinin kurulmasıyla çözülebileceği görüşüne yaygınlık kazandıran Herzl, bu düşüncelerini
gerçekleştirmek için, 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde I. Siyonist Kongresini toplamıştır.
Siyonizmin, bu kongre ile tarih sahnesine çıktığı düşünülür. Herzl’e kadar Siyonizm kültürel ve milli bir
hareketi ifade ederken, bu kongre ile birlikte, Yahudilerin de bir devlet kurma hakkı olduğu görüşünü
savunan siyasal Siyonizm’e dönüşmüştür.
Bu kongreye kadar “Hz. İsa’nın Katilleri” dedikleri Yahudilere mesafeli davranmayı tercih eden
(Kara, 2006: 13) ve Yahudi devletinin varlığına karşı çıkan Avrupa Devletleri, 1897 yılında toplanan I.
Siyonist Kongresi ile başlayan “Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka devredin...” anlayışı ile
Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurma sürecini desteklediler.
19. yüzyılda gelişen liberal düşüncelerle birlikte Avrupa’nın katı Hıristiyan kimliği de hızlı bir
şekilde değişime uğramıştı (Marx, 1997, 8). Kilisenin öğretileri etkisini yitirip, yerine seküler düşünce ve
ideolojiler hâkim olmuş, Yahudilerin üzerindeki hukuki kısıtlamalar da ortadan kalkmıştı (Kara, 2006, 14).
Ayrıca, 19. yüzyılın ikinci yarısı Avusturya-Macaristan, İngiltere ve Rusya’nın güç kazandığı,
Osmanlı Devleti’nin ise zayıflamaya başladığı bir dönemdi. Bu dönemin Yahudiler açısından önemli bir
sonucu da ulus devlet kavramının güç kazanması olmuştur. Kurulacak Yahudi devleti nerede olacaktı?
Baskı altında oldukları Avrupa’da bunun mümkün olmadığına inanan Yahudi gençler, kendilerini vaat
edilmiş topraklara götürecek modern bir Mesih arayışına girmişlerdi (Soy, 2007, 127).
Martin Luther ve Calvin'in "Eski Ahit'e yönelme" hareketi, Yahudilere karşı ilgiyi artırarak,
"Hristiyan Siyonizmi"nin başlangıç noktası olmuştur. "Yahudi olmayan Siyonizm" (non-jewish zionism)
anlamına gelen Evanjelizm, Yahudi olmadıkları halde Filistin'de bir Yahudi devleti kurmayı isteyen Protestanların düşünce yapısını açıklamaktadır. Evanjelizm kavramını ilk kullanan kişi de Reform
hareketinin lideri Martin Luther’dir.
EVANJELİZM
Evanjelistlerin ilk temsilcileri, 17. yüzyıl İngiltere'sindeki püriten (tutucu) küçük burjuvaziye kadar
gider. Martin Luther ve Calvin'in başlattığı Protestan hareketi, püritenlerle birlikte daha radikal bir noktaya
geldi ve Eski Ahit'i (Tevrat'ı) inançlarının tek kaynağı haline getirdi. Reformdan önce geçerli olan öğreti, ne
Yahudilerin Filistin'e tekrar geri dönme olasılığına, ne herhangi bir seçilmiş millet kavramına, ne de bir
Yahudi milletinin varlığına yer vermiyordu. Filistin, sadece Hz.İsa'nın "kutsal vatanı" idi. Yahudiler,
Tanrı'nın Filistin'e tekrar dönmeyi, kendilerine mukadder kıldığı "seçilmiş millet" olarak görülmüyordu.
Reformla birlikte pek çok Hristiyan, Yahudilere karşı olan düşmanlıktan (antisemitizm), Yahudi sempatisine
(philosemitizm) yöneldi. Philosemitizm anlayışına göre; Yahudiler, Hristiyanların kurtuluşunda ve
Hz.İsa'nın yeniden dünyaya gelmesinde bir rolleri olduğu için "aziz dost” idi.
İlk Siyonist Kongre'nin yapıldığı Basel'de 1985 yılında düzenlenen Birinci Hristiyan Siyonist
Kongresinde alınan kararlar arasında; dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Yahudilerin İsrail’e göç etmeye
teşvik edilmesi, İsrail’in işgal ettiği başta Batı Şeria olmak üzere diğer bölgeleri ilhak etmesi de
bulunmaktadır. Kongreye katılan Yahudi bir izleyici Bu kararlara Yahudi halkının üçte ikisinin karşı
olduğunu ve yumuşatılması gerektiğini söylemiştir. Uluslararası Hristiyan Elçiliği Temsilcisi'nin verdiği
yanıt ise dikkat çekicidir: " Biz Tanrı'nın ne söylediğine bakarız, İsraillilerin ne düşündüğü önemli değil. Tanrı, o
toprakların Yahudilere ait olduğunu söylüyor." Diye cevap veriyordu. Avrupa’da Yahudilere olan sempati her
geçen gün artarken, İngiltere’den ABD’ye göç eden Püritenlerde, ABD’de çalışmalarını sürdürüyordu.
EVANJELİZMİN ABD’DE GELİŞME SÜRECİ
17.yüzyılda İngiltere'de baskı gören Püritenlerin büyük bir kısmı Amerika’ya göç etmişlerdi. ABD,
İkinci Dünya Savaşı'na kadar içe kapalı politikaları benimsediğinden Evanjelistlerin, ABD ve dünya
siyasetinde pek fazla etkileri olmadı. Washington eliti çoğunlukla seküler aydınlardan oluştuğu için,
siyasetle ve Beyaz Saray yönetimiyle araları genellikle mesafeli idi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası özellikle Nixon döneminde siyaset ile ilgilenmeye başlayan
Evanjelistlerin, Jimmy Carter’ın Başkan seçilmesiyle siyasete olan ilgileri daha da artmıştı. Carter, 1948’de
İsrail Devletinin kurulmasını, Yahudilerin yüzyıllar önce sürgün edildikleri yere tekrar dönüşleri olarak
yorumluyor ve bunu İncil’in bir mucizesi olarak görüyordu.
Evanjelistler asıl gelişmeyi ise Carter’dan sonra yönetime gelen Ronald Reagan döneminde
gerçekleştirdiler (Çetin, 2014, 6). Bill Clinton döneminde güçlerini biraz kaybetseler de, George W. Bush
döneminde Neoconlarla birlikte etkilerini artırdılar, adeta ABD yönetimini ele geçirdiler. Bugün
Evanjelistlerin, ABD'nin ulusal ve uluslararası politikalarını etkileyecek güçte olduğu tartışılamaz bir
gerçektir. Neoconların gerçekleştirmek istedikleri Büyük Ortadoğu Projesi, Evanjelistlerin inançlarıyla
birebir ilişkili olduğu yaşanan olaylar ve gelişmelerden anlaşılmaktadır.
Evanjelistler, dünya çapında güçlü televizyonlardan, gazete yayınlarından, internet sitelerinden,
video oyunlarından, sinema sektöründen ve bilim-kurgu romanlarından yararlanarak misyonerlik
faaliyetlerini etkili bir biçimde sürdürmeleri sonucu, ABD’deki Evanjelist Protestanların sayısında önemli bir
artış gözlenmektedir. Evanjelistler, 1987'de Protestan nüfusun yüzde 41'lik bir dilimini oluştururken, 2004'te
bu oran yüzde 54'e ulaşmıştır. Bu gün ise 327 milyon olan ABD’nin nüfusunun yaklaşık %35’ni Evanjelistler
oluşturmaktadır.
Evanjelik inanca göre; Tanrının bahşettiği nimetler, dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki temele
dayanır. Dünyevi olanı Yahudiler ile ilgilidir ve Yahudiler vaat edilmiş topraklara sahip olup, Büyük İsrail
Devletini kuracak, bütün dünyaya hakim olacak. Uhrevi (öteki dünya) olanı ise Evanjelik Protestanlarla
ilgilidir. Evanjelikler ise Büyük İsrail’in kurulmasına yardım edecekler, mükâfatı bu dünyada değil öteki
dünyada alacaklar, cennet ile ödüllendirilecekler. Diğer dinlere mensup insanların ise Tanrı için hiçbir
önemi yoktur.
Eski Ahit (Tevrat), Yeni Ahit (İncil) ve Tevrat’dan oluşan Kitabı Mukaddes'e göre, İsa Mesih'in
yeryüzüne yeniden gelebilmesi için, Tanrının, Yahudilere vaat ettiğine inanılan topraklara sahip olması
gerekiyor. Evanjelistlerin, Yahudilere ve İsrail devletine verdikleri desteğin temelinde bu inanış önemli bir
yer tutmaktadır. Evanjelik inanca göre, Mesih geldiğinde Yahudiler ve Evanjelikler bir yanda olacak,
bunların haricindeki diğer dinlere mensup insanlar ise karşı tarafta yer alacak, iki taraf arasında yaşanacak
“Armageddon” adı verilen bu savaşı Yahudi-Evanjelist ittifakı kazanacak ve Yahudiler dünya egemenliğini
kuracaklardır.
Amaç dünya egemenliği olduğu için, 1897 yılından itibaren, İsrail devletinin sınırları, Siyonizm’in
nihai coğrafyası gizemini korumaktadır. Bu nedenle, İsrail Devleti kurulduğu 1948 yılından itibaren sürekli
olarak işgaller ve nüfus yerleştirerek genişliyor. Kendisine tehdit olarak gördüğü ülkeleri, önce
istikrarsızlaştırıyor sonra ise parçalanmasına sebep oluyor. Oded Yinon raporu da bu stratejinin kamuoyuna
yansıtılan küçük bir parçası olarak önem kazanıyor.
ODED YİNON’UN İSRAİL İÇİN STRATEJİ PAPORU
İsrail için strateji üreten beyinlerden biri olan Oded Yinon, “1980’lerde İsrail için Milli Strateji”
başlıklı raporunun amacını: “ ….Bugün bizim en yüce ve en temel amacımız başta Ortadoğu olmak üzere
Müslüman ülkelerin demografik, stratejik, etnik ve ekonomik bakımından yeni bir dengeye oturtmasını sağlayacak
stratejiler geliştirmektir ” şeklinde ifade ediyordu.
İsrail Dışişlerinde uzun süre stratejik değerlendirme uzmanı olarak çalışmış Oded Yinon’un, 1982
yılında yazdığı rapor, İsrail’in, basına servis ettiği stratejilerinden biriydi. Bu rapor; İsrail’in, kendi bekası
için, başta Ortadoğu’daki Müslüman ülkeler olmak üzere bütün Müslüman ülkeleri parçalayarak, sınırları
yeniden çizmeyi, bölgeyi ve dünyayı İsrail için güvenli bir konuma getirmeyi, Büyük İsrail’i kurmayı
hedeflendiğini gösteriyor.
Oded Yinon, 1982 yılında Enformasyon Dairesinin İbranice Yayın organı olan Kivunim’de yazdığı
raporda özetle; “…Orta doğu bölgesi, her biri birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuş 19
devlete bölünmüştür. Dolayısıyla her Müslüman Arap devleti içten etnik ve mezhepsel bölünme tehdidi altındadır.
Sosyolojik anlamda Suriye milleti ya da Irak milleti gibi bir millet olgusu yoktur. Bu devletlerin sınırları içinde farklı
dini ve etnik guruplar vardır. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Yakın gelecekte İsrail için en büyük tehdit Irak’ın
gücüdür. Bizim için Irak’ın bölünmesi, Suriye’nin bölünmesinden daha önemlidir.” İsrailli stratejist, Irak'ı Orta
doğu bölgesini kaosa sürükleyebilecek öncelikli hedef olarak gördükleri için, stratejilerini buna göre
geliştirdiler. Bu nedenle Irak, Ortadoğu'nun ve Arap Dünyasının Balkanlaştırılması için öncelikli hedefti.
Yinon Planı, Irak'ın Kürtler, Şiiler ve Müslümanlar arasında 3’e bölünmesi planlandı. Bugün geldiğimiz
nokta Yinon planında öngörülenden farklı değil.
Irak’ın Suriye’den öncelikli hedef olduğuna vurgu yapan Yinon, Irak’ın parçalaması, Yahudi
Devleti’nin önündeki en önemli bir hedef olduğunu ifade ediyor. Yinon, 1982 yılında, 1991’deki Körfez
Savaşı’nın ardından fiili olarak gerçekleşecek olan Irak’ın parçalanması senaryosunu şöyle açıklamaktadır:
“Irak zengin petrol ve doğal gaz kaynakları, etnik ve mezhepsel farklılıklarıyla İsrail için sağlam bir hedef olmaya
adaydır. İsrail için Irak’ın bölünmesi Suriye’nin bölünmesinden çok daha önemlidir. Irak, çoğunluğun Şii, yönetici
azınlığın ise Sünni olmasına karşı özde komşularından farklı olmayan bir ülkedir. Nüfusun % 65’nin iktidara hiçbir
katılımı yoktur. İktidar %20’lik bir seçkin Baas partisinin elindedir. Irak-İran savaşı Irak’ı parçalanmaya götürecek güç
kayıplarına ve çökmesine sebep olacaktır. Ayrıca Irak’ın kuzeyinde büyük bir Kürt nüfusu vardır. Yönetimin ordu
üzerindeki hakimiyetini ve petrol gelirini kaybettiği taktirde, Irak’ın geleceği Lübnan’ın geleceğinden farksız olacaktır.
İktidar %20 Sünni grubun elindedir. Irak etnik ve mezhepsel olarak parçalanacaktır; kuzeyde bir Kürt Devleti, ortada
bir Sünni ve güneyde Şii devleti… İktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suriye'nin, temelde Lübnan'dan hiçbir farkı
yoktur. Suriye'nin, kıyısında bir Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devletine bölünmesi kaçınılmazdır”
(Skakak, 2004:4).
Yinon Planı, 1991 Körfez Krizi, 2003 yılında Irak'ın işgali, 2006'da Lübnan savaşı, 2011'de Libya ve
Suriye iç savaşı ile yakın bir ilişki içerisindedir. “Yinon Planı” Orta doğu ülkelerini zayıflatmak ve sonunda
ülkeleri parçalama projesidir. İsrail'in, halkı Müslüman olan devletleri parçalayarak, küçük ve daha zayıf
devletler haline getirmenin yol haritasıdır. İsrail askeri ve istihbarat teşkilatı içindeki etkili Siyonist grupların
Yinon Planı kapsamında formüle edilen “Büyük İsrail” projesinin gerçekleştirmek için yoğun çaba
gösterdikleri bilinmektedir. ABD Başkanı Donald Trump’ın, ABD Büyükelçiliğini Kudüs'e taşıyıp, işgal
altındaki topraklarda İsrail yerleşim yerlerinin genişlemesine izin vermesi, Yinon Planı kapsamında formüle
edilen “Büyük İsrail” projesinin uygulamasına katkı sağlamaktadır.
Görüldüğü gibi Orta doğu da yaşanan iç savaş ve bölünmeler tesadüfen değil, uzun süreli taktik ve
stratejik planların uygulanması sonucu gerçekleştiğini göstermektedir. Başta İsrail olmak üzere bölge
üzerinde planları olan devletler, yüzyıl önce oluşmasına katkı sağladıkları etnik ve mezhepsel farklılıkları
kullanarak hedeflerine ulaşmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra, İngiltere ve Fransa, bölgeyi, farklı mezhepsel ve
etnik grupları dikkate alarak yapay devletler oluşturmuşlardır (Mackey, 2013, 131). Ortadoğu bölgesinin,
Fransa ve İngiltere tarafından bilinçli olarak birbirine düşman olan etnik ve mezhepsel grupların, ileride
birbirleri ile çatışmasına zemin hazırlayacak şekilde 19 bölgeye ayrılması, günümüzde yaşanan çatışmaların
da alt yapısını oluşturmuştur. Bölge etnik, mezhepsel ve sosyal çöküş içerisine girmiştir. Orta Doğu
ülkelerinin çoğunda bağımsızlık dış siyasal güçlerin yönlendirmesiyle, görece barış müzakereleri ile kazanılmıştır (Lewis, 2000, 73). Yeni bağımsız olan devletlerde iktidar, batılı güçleri destekleyen egemen
ailelere ya da Avrupa’da eğitim görmüş seçkinlere verildi. Bu insanlar devlet kurmak için gerekli bilgi ve
tecrübeye sahip değillerdi (Hourani, 2000, 466).
Suriye’de Sünniler çoğunlukta olmasına rağmen, yönetim nüfusun sadece %12’sini oluşturan Şii
azınlığın kontrolünde. Irak nüfusunun ise çoğunluğun Şii olmasına rağmen, yönetimdeki azınlık Sünni’dir.
Nüfusun %65’i politik konularda söz sahibi değildir, %20’lik elit bir zümre tüm gücü elinde tutmaktadır.
Kuveyt’te, Kuveytliler nüfusun sadece %25’ini oluşturmaktadır.
Bahreyn’de Şii’ler çoğunluktadır. Ancak güç onlarda değildir. Birleşik Arap Emirlikleri’nde Şii’ler
yine çoğunlukta olmasına rağmen, Sünni’ler yönetimdedir. Amman ve Kuzey Yemen içinde aynı şey
geçerlidir. Suudi Arabistan’da yönetim Suudi bir azınlık gücün elinde bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi batılı güçler için Sünni veya Şii olmak önemli değildir. Önemli olan istenildiği
zaman iç çatışma çıkarmaya olanak verecek idari yapılanmayı kurmaktır. Bunun için bazı ülkelerde Şii
azınlığa, bazı ülkelerde ise Sünni azınlığa yönetim teslim edilmiştir. Yönetimin azınlıktaki nüfusun elinde
bulunması, büyük bir soruna da neden olabilmektedir. Şöyle ki Suriye ordusu bugün çoğunlukla Sünni’dir.
Ancak subaylar Alevi’dir. Irak ordusu ise Sünni kumandanlara sahip Şii bir ordudur. Bu nedenle uzun süre
ordunun sadakatini korumak mümkün olmamıştır.
Yinon da etnik ve mezhepsel bu bölünmüşlük üzerine analizi kurarak; Ortadoğu'daki devletlerin
kolayca parçalanabilecek bir yapıya sahip olduklarını, birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan
oluşturulduğunu, bu devletleri hem kendi içinde hem de birbirleriyle çatıştırmanın çok kolay olduğunu
vurgulamaktadır. Dolayısıyla bugün her Müslüman Arap devleti, içten etnik-mezhepsel-toplumsal çöküntü
tehdidi ile karşı karşıya olup etnik ve mezhepsel çatışmalardan kaynaklı iç savaş tehdidi altındadır (Shakak,
2004:5).
Bugün bölgede yaşanan çatışmaların aslında 100 yıl öncesi bir İngiliz stratejisi olduğunu biz bugün
anlıyoruz. Oysa İstanbul Milletvekili Hüseyin Rauf Bey bölgenin ve Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunları
100 yıl öncesinden görmüş ve 1923 yılında, Meclisin gizli oturumunda yaptığı konuşmada : “..İngiltere
Hükümeti, bir kararı yüz sene için verir ve yüz sene bu kararı husule getirmek için çalışıyor. İngiltere Hükümeti harbi
umumide milli mücadelemizde ve sulh müzakeratı esnasında muhtelif kanaatlerle bunu izhar etmiştir. Türkiye Halkı ile
İngiltere silahla dokuz sene uğraşmış yenememiştir. Fakat doksan bir sene daha olduğunu kabul etmemiz lazımdır…
Alem olarak İngiliz diyoruz. Fakat diğerlerini de bu siyasete mürevviç ve taraftar bilelim. Efendiler İngilizlerin bu
noktada bir kere içimize girdikten ve Türklüğü birbirinden ayırdıktan sonra tahminlerine göre ayrıca Türklük içinde de
mezhep ihtilafı çıkararak, Şiilik ve Sunnilik ihtilafı çıkararak Türklüğü içinden ikiye ayıracaktır. Tehlikenin biri, çok
mühimi de budur efendiler……..”
Bolu mebusu Tunalı Hilmi Bey, Namık Kemal’in “…Tuna vilayeti giderse Rumeli gider…” sözünü
hatırlatarak “Musul giderse Güneydoğu’nun tehlikeye gireceğini”.
Rize Mebusu Dr. Abidin Bey de “…Musul vilayetinden bir karış arazimiz giderse emin olunuz Anadolu’da
tehlikededir. Çünkü Musul Anadolu için bir hayat noktasıdır…”
Bursa mebusu Emin Bey; “…Musul’u kaybettiğimizde toprak kayıplarımız devam edecektir. Musul’u
verdiğimiz gün hudut Erzurum’dur…” (TBMM Gizli Celse Zabıtları,1923, 2-3. Celse) diyerek bugün bile
stratejistlerin görmekte zorlandığı tehlikeyi yüzyıl önce görmüşlerdir.
Musul verildikten bir yıl sonra Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, 11 Eylül 1927’de Dışişleri
Bakanlığına yazdığı yazıda: “…İngilizler Musul vilayeti dahilinde Asurilere bir yurt ve özerklik vermek için
vaatte bulunmuşlar ve çalışmaya başlamışlardır. Musul vilayetinin Umadiye, Zaho, Ukre, Zibar ve iç ilçelerinde
Kürtçeyi resmi dil kabul edip, Kürt cemiyetleri oluşturarak Kürtlük propagandası ve Musul vilayetindeki Türklüğü
Kürtleştirme çalışmaları yapılmaktadır. Kürt ağaların iştirakiyle bir kongre akdedilmiştir…” Sözleri ile, Musul’un
verildiği “Türkiye, İngiltere ve Irak Hükümetleri Arasında Hudut ve İyi Komşuluk Münasebetleri Anlaşması” na
aykırı olan bu faaliyetlere karşı gerekli önlemlerin alınmasını istiyordu.
Kurtuluş Savaşının kahramanları ve Türkiye Cumhuriyetini kuran insanlar, yaptıkları
konuşmalarında, uluslararası ilişkilerde yapılan bir uygulamanın sonuçlarının yüzyıl sonra alınacağına
dikkat çekmek istemişler ve bu konuyu vurgulamışlardır. Günümüzde ise bugün yapılan bir değişimin
sonuçlarını yarın bekliyoruz. Oysa uluslararası ilişkilerde bugün yapılan bir uygulamanın sonuçlarını en az
100 yıl sonra tartışmak gerektiğini cumhuriyeti kuranlar ve tarihi gelişmeler bize öğretiyor.
1982 yılında yazılmış olan bu raporda geçen "Irak'ın ve Suriye’nin bölünmesi" hedefi, bugün
gerçekleşmiştir. Ama plan yüz yıl öncesinden yapılmıştır. Raporda Irak'ın kuzeyinde bir Kürt Devleti,
ortada Sünni, güneyde ise Şii Devletleri olarak üçe bölüneceği öngörülmektedir. Bugün Irak fiilen bu tarife göre bölünmüş durumdadır. Bu parçalanmanın mimarı ise Ortadoğu politikasını İsrail'e endekslemiş olan
süper güç ABD ve İngiltere'dir (Aranson, 1992, 626).
Bu raporda dikkat çeken diğer bir nokta ise, İsrail'in siyasi hedefinin Mısır'ı parçalamak olduğunu
ifade etmesidir. Oysa İsrail ile Mısır 1978 yılında Camp David barış anlaşmasını imzalamışlar ve sözde dost
olmuşlardı. Ancak anlaşılıyor ki, İsrail devleti, Mısır'a hiç de dost gözüyle bakmamakta, bu ülkenin
parçalanması için sürekli planlar yapmaktadır. Parçalanma ile amaçlanan sonuç; Mısır'ı, 1967 Altı Gün
Savaşı sonrasındaki sınırına çekilmeye zorlamak, Sina Yarımadasını yeniden işgal etmek. Başka bir deyişle,
Nil'e ulaşmak. Bu bize İsrail, Camp David'i gerçekten barış istediği için değil, bazı stratejik hesaplar
nedeniyle yaptığını göstermektedir. Camp David, bir barış değil, uzun bir savaşın içindeki geçici bir
ateşkestir ve İsrail’in, Mısır üzerindeki yayılmacı hedeflerinden vazgeçmediğinin kanıtıdır. 1992 yılında
İsrail Savunma Bakanlığında görevli David Irvi, yaptığı açıklamada: "Camp David bir ateşkesti, savaş ihtimali
her zaman gündemdedir" diyerek niyetini saklamamıştır.
Yinon, raporunda Mısır'ın nasıl bölüneceğini anlatırken, bu olayın gerçekleşmesinin Kuzey Afrika'da bir domino etkisi belirtiyor. Yinon, Mısır hakkındaki bu analizinin ardından, Arabistan, Kuveyt, Bahreyn gibi petrol zengini ülkelerin de güçsüz bir yönetime sahip olduklarını, Suudi
Arabistan'da nüfusun yarısını Mısırlılar ve Yemenliler gibi yabancıların oluşturduğunu, Suudi azınlığın
yönetimi elinde tuttuğunu, Suud ordusunun gerek ülke içerisinden gerek ülke dışından gelecek ciddi bir
saldırı karşısında ülkeyi savunamayacağını, 1980 yılında Mekke’de gerçekleşen olayın bunun en iyi örneği
olduğunu, bu ülkelerin İsrail'in de girişimleriyle kaosa sürüklenebileceklerini ve dolayısıyla İsrail için engel
oluşturma gibi bir şanslarının olmadığını ifade ediyor.
Ralph Schoenman, “Siyonizmin Gizli Tarihi” adıyla Türkçeye de çevrilen kitabında, Oded Yinon'un
raporunu konu edindikten sonra şöyle der: “Bu stratejiden çıkan sonuç, Siyonist hareket için her şeyin bir zaman
tablosu üzerinde yazılı olduğu, her bölgenin fetih için işaretlendiği ve bir fırsat hedefi olarak kabul edildiği, ancak bu
arada uygun güçler dengesi, ani ve yararlı sonuçlar sağlayacak bir savaş durumu beklendiğidir” (Schoenmann,
1992:109).
Oded Yinon'un raporu basit bir işgal planı değildir. Uzun vadeli bir stratejidir. Ortadoğu devletleri,
küresel güçler için büyük bir stratejik önem ifade etmektedir. Genel anlamda Ortadoğu’nun stratejik önemi,
İsrail ve Batılı devletlerin çıkarlarına göre belirlenmektedir (Yıldız,1993, 146). Öncelikle bölgedeki ülkelerin
bölünüp parçalanarak güçsüz bir duruma getirilmesi, İsrail’in güvenliğini tehdit edebilecek bir güce
ulaşmalarını engellemeyi öngörmektedir. Bu planının asıl hazırlayıcısının ise, Mossad gibi güçlü bir
istihbarat servisi olduğu unutulmamalıdır. Samuel Huntington`ın “Medeniyetler Çatışması”, Francis
Fukuyama’nın “Devlet İnşası” ve “Tarihin Sonu” tezleri her ne kadar yazarların adıyla anılsalar da, bu
görüşlerin Amerika’daki istihbarat servisleri ve think-tank kuruluşlarının geleceği planlama projeleri ile
paralellik gösterdiği bilinmektedir. O zaman bu yazarlar söylediği için mi medeniyetler çatışması
yaşanmıştır, yoksa medeniyetlerin çatışması planlandığı için mi yazarlar bu kitapları yazmıştır? Sorusuna
cevap bulmak gerekir. Yaşadığımız gelişmelerden, ABD’deki istihbarat servisleri ve think thank
kuruluşlarının, sadece bir devletin kısa, orta ve uzun vadeli çıkarlarını değil, bir dünya hâkimiyeti
oluşturma işlevin de önemli görevler yerine getirdiklerini görüyoruz.
Sadece Ortadoğu ile ilgili yayınlanan açık kaynakları dikkate aldığımızda önümüzdeki yıllarda etnik
çatışmaların tüm Ortadoğu'yu kaosa sürükleyeceğini görme olasılığımız oldukça yüksektir. Yinon,
raporunda Türkiye’den doğrudan bahsetmemiş sadece, Türkiye nüfusunun %50’sininin Türk Sünni
Müslüman, 6 milyon Sunni Kürt, 12 milyon Şii aleviden oluştuğunu ifade etmekle yetinse de, Türkiye'ye de
ayrılan özel bir sayfa olduğu ve Ariel Şaron’un "Türkiye ilgi alanımız içindedir" şeklindeki açıklaması
unutulmamalıdır.
SONUÇ
Oded Yinon'un raporu, Ortadoğu bölgesi ile ilgili yazılmış ne ilk ne de son rapordur. Bu rapor gizli
de değildir. Dergilerde, kitaplarda yüzlerce kez kamuoyu oluşturmak üzere yayınlanmış açık bir rapordur.
Buna rağmen bize ilginç geliyorsa ve bu gün hala bu rapor üzerinden strateji üretiyor ve tartışıyorsak, hem
birey hem de ülke olarak gelişmelerin çok gerisindeyiz demektir. Yaklaşık 40 yıl önce yazılan rapor
üzerinden bölgeyi okumak önemli değildir. Önemli olan bölge hakkında rapor yazabilecek bilgi birikimi ve
tecrübeye sahip olmaktır. İsrail’in kamuoyuna sızdırdığı değil, gizli tuttuğu bilgileri deşifre ederek gizli
niyetlerini öğrenmektir. İsrail gibi istihbarat servisinin çok etkili olduğu, hatta istihbarat devleti olarak
tanımlanan bir devletin, bütün stratejisini kamuoyu ile paylaştığını düşünmek en hafif tabiri ile saflık olur.
Ortadoğu, bölgesini yakından etkileyen güçlerin sınırları, İngiltere’den Rusya’ya, Almanya’dan
Japonya’ya, Fransa’dan Çin’e, İsrail’den Amerika’ya kadar dünyanın her noktasına uzanır. Bölge ülkelerinin yukarıda saydığımız küresel güçlerle ilişkileri değişken olduğu gibi, küresel güçlerin kendi aralarında
yaşadığı çıkar çatışmaları da son derece karmaşık ve değişkendir. Bu nedenle, Ortadoğu coğrafyası, yüzyılın
başından bu yana dünyanın en istikrarsız, en kanlı bölgelerinden biri olmuştur. Savaş, terör, işgal, katliam,
baskı, tehcir, göç gibi terimler, Ortadoğu insanı için günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir.
19 Temmuz 2018 günü İsrail Parlamentosu’nda 55 ret oyuna karşılık 62 evet oyuyla kabul edilen
Yahudi Ulus Devleti Yasası hakkında konuşan Başbakan Benyamin Netanyahu; "Bu İsrail için bir dönüm
noktası. Çok yaşa İsrail Devleti. Bu yasa ile Herzl’in 122 yıl önce ortaya koyduğu prensipler çerçevesinde
varoluşumuzun esaslarını tamamladık. İsrail, Yahudi halkının ulus devletidir ve Ortadoğu'da sadece İsrail
vatandaşlarının haklarına saygılıdır.” şeklinde açıklama yapıyordu.
Yasa ile; Arapça ülkenin resmi dillerinden biri olmaktan çıkarılıyor. İsrail dünyadaki bütün
Yahudilerin anavatanı alarak ilan ediliyor, Yahudi yerleşim yerlerinin inşasına devam etmek milli çıkar
olarak görülüyor, Filistinlilerin hakları ise yok sayılıyor. Filistinlilere geri dönme hakkını tanımayı ise
reddediyordu. Kendi kaderini tayin etme hakkının sadece Yahudilere ait olduğunu, İsrail’in etnik ve dini bir
devlet olarak dünyadaki bütün Yahudilerin temsilcisi olduğunu ilan ediyor, hukukta bir boşluk olduğunda,
Yahudi şeriatının referans alınacağı, Yahudilerin dini günlerinin resmi tatil sayılacağı yasal güvence altına
alınıyor. İsrail vatandaşı olan Filistinliler ise yok sayılıyor.
Orta doğu bölgesinde uzun yıllardır yaşanan çatışmalar sonucu birçok Müslüman ülkede iç savaşlar
yaşanmış milyonlarca insan ölmüş, sakat kalmış veya ülkesini terk etmiştir. Yaşanan bu çatışmalardan zarar
görmeyen ve hatta güçlenen tek ülke ise İsrail olmuştur.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, bölgede yaşanan olayları sadece dış etkenlere bağlayıp, ülke
sorunlarını dikkate almadan kolaycılığa kaçılmasıdır. Çatışmaların nedenlerini sadece dış dinamiklere
bağlayarak iç dinamiklerin göz ardı edilmesi kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Bunun birde
tersini düşünürsek, Olayları analiz ederken, sadece iç dinamikleri dikkate alıp dış dinamikleri dikkate
almamakta başka bir yanlıştır. Bu nedenle iç ve dış faktörler birlikte değerlendirilmelidir. Bunun içinde
güçlü bir istihbarat yapılanmasına ihtiyaç vardır.
Dünyanın en kaygan stratejik zemini olan Ortadoğu'da dış politika üretmek güçlü bir istihbarat
servisini zorunlu kılar. Bölgeye şekil veren devlet adamlarının, güçlü istihbarat servislerinin desteğini de
alarak ürettikleri stratejilere karşı koyabilmek için, en az onlar kadar bilgili, tecrübeli ve güçlü olunması
gerektiği unutulmamalıdır.
Ünal ACAR*
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt11/sayi59_pdf/2tarih_cografya_siyaset_uluslararasiiliskiler/acar_unal.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder