... .. Nasıl yolunu bulmazdı ki Cihan! Erkenden, ilk kapıya
yakın bir ağacın dallarına tırmandı. Artık eskisi gibi çevik olmadığından biraz
zorlandı. Oracıkta tüneyip beklemeye başladı. İnsanı uyuşturan bir sıcak vardı;
güneş, padişaha ait olduğu için kimselerin toplamadığı meyvelerin arasından
parlıyordu. Nihayet uzaktan gelen bir sesle irkildi. Ağır ağır ilerleyen bir araba zuhur etti. Cihan donmuş kalmıştı;
onun dışındaki hayatsa aynen devam ediyordu. Kendini dünyanın dışına itilmiş
hissetti. Herşey hem aşina hem tuhaftı. Kâinatın büyüklüğü karşısında kalp
atışları işitilmez olmuştu. Bir yaprak hşıdadı, bir kelebek kanatlarını çırptı.
Cihan bu anı hayatı boyunca bir daha yakalayamayacağını anladı. Zaman bir
nehirdi. Suyun kıyısında durmuş, akıntıyı seyrediyordu. El, arabanın
penceresinden uzanarak perdeyi çekti. Başını kaldırıp Cihan’ın olduğu yere
baktı Mihrimah. Yüzü incelmiş, alnına kırışıklıklar eklenmişti. Artıl dul bir
kadındı. Ama Cihan’ın hayranlık dolu bakışları altında kendini yeniden genç kız
gibi hissetti. Aradan
geçen onlarca yıla ve bunca mesafeye, imkânsızlığa rağmen, derinlerde hiçbirşey
değişmemişti. Uzun uzun Cihan’a baktı Mihrimah. Gülümsedi. Karbeyazı bir
mendil çıkardı koynundan. Kokladı, öptü, tekrar Cihan’a baktı ve gelip alması
için yere düşürdü.
... ..